Genel Ünlüler

Selahattin Paşalı: Yeni Nesil Centilmen

5
(7)

Röportaj: Seray Yazıcıoğlu Ezmiş – Ayşe Çağla Küçük
Fotoğraf: Emre Karataşoğlu
Stylıng: Ali Arısoy
Saç/Makyaj: Nur Belkıs Şen

Son dönemlerde Leke dizisi ve Fotoğraf 51 tiyatro oyunundaki performansıyla adından söz ettiren Selahattin Paşalı’yla, Klasik Centilmen Mirası’na bağlı kalarak yeni nesil stil kodlarını, Bomonti sokaklarında keşfediyoruz.

Bodrumlu olduğunu biliyoruz. Bodrum’dan İstanbula uzanan hikayeni anlatır mısın?

Aslında babam İstanbul, annem İzmir’li. Dedemin Bitez’de bir oteli var, annemle babam orada tanışıp Bodrum’da bir hayat kurmaya karar vermişler. Ben ve abim Bodrum’da büyüdük, annem babam hala Bodrum’dalar. Ben de ilkokul ve ortaokulu Bodrum’da okudum. Basketbola ilgisi olan bir çocuktum, İstanbul’la yollarımızın kesişmesi de basketbol sayesinde oldu diyebilirim. On dört yaşındayken Darüşşafaka Spor Kulübü basketbol altyapısına transfer oldum. Liseyi de Bahçeşehir Koleji’nde bitirdim. Ardından radikal bir kararla Budapeşte’ye Sanat Yönetimi okumaya gittim ve bambaşka bir dünya ile tanıştım. Orada edindiğim bilgi ve donanım ile yeni bir şeyler denemek adına mezun olduktan sonra tekrar İstanbul’a döndüm ve oyunculuk eğitimi almaya başladım.

Oyuncu olmak hep aklında var mıydı? Hayat seni bu mesleğe nasıl getirdi?

Televizyon çağının içine doğan jenerasyonuz ve hepimiz kendimizi orada hayal etmişizdir. Ama oyunculuk çocukluğumdan beri aklımda olan bir şeydi dersem yalan söylemiş olurum. Sanırım bu yola girmemde en önemli dönüm noktası Budapeşte’de sanat okumaktı. Üniversitedeyken bir yandan da bir sanat galerisinde ve Budapest Art Market isimli sanat fuarında çalıştım. Bir noktada izleyiciden çok üretici kısmına geçmek istediğime karar vermiştim, çünkü ressamlar ya da sanat öğrencileri ile vakit geçiriyordum ama tam ne yapacağımı bilemiyordum. Üniversite son sınıftayken Nijerya’lı bir arkadaşım bitirme projesi için kısa belgesel fimler çekiyordu, ben de oynadım. Kendimi ilk defa o belgeselde izledim, hoşuma gitti ve bu tam da hayatta yeni bir şeyler deneme isteğim ile eş zamanlı oldu.. Sonuç olarak, o belgeselden sonra, yirmi beş yaşında oyunculuk denemek için İstanbul’a geldim ve kendimi Craft’ta buldum. Eğitime başladığımda da oyuncu olmak gibi bir hayalim yoktu. Yeni şeyler keşfediyordum,  psikolojik açıdan rahatlatıyordu ve en önemlisi eğleniyordum. Eğlendikçe çalışmaya devam ettim ve süreç bunu meslek haline dönüştürdü.

Oyunculuğun seni besleyen ya da geliştiren tarafları neler?

Beni en çok üretmenin verdiği haz besliyor. Göreceli beğeni üzerine iş yapıyoruz ancak başlı başına bir karakter yaratmak, hayal etmek, araştırmak ve bunların sonucunda yeni şeyler öğrenmek ve kendinizi zorlamak yaratıcı tarafınız açısından çok besleyici. Beni geliştiren taraflarına ise anlama, empati, ve gözlem yetilerini örnek verebilirim. Bu üçünü de ilk başta başarabilmek için ön yargılarınızı kırmanız gerekiyor. Bu zorlu bir süreç çünkü yaş aldıkça bir kabuğunuz oluşuyor ve bunu kırmak zorlaşıyor. Eğitim sürecinde bahsettiğim yetileri gündelik hayatıma entegre etmeye çalıştım. Bunu hala yapmaya çalışıyorum çünkü bu sonsuz bir süreç, bu süreç beni boşverin iyi insan olmayı, insan olma konusunda destekliyor.

Zorlukları, keyifli yanları ve birçok kimsenin bilmediği yönleriyle oyunculuk nasıl bir meslek?

Dışarıdan çok renkli, dertsiz ve hatta kolaymış gibi gözüküyor sanırım oyunculuk, bu büyük bir illüzyon bence. İyi bir oyuncu olmaktansa ünlü olmak daha çok ilgi çekiyor ama işimiz bundan ibaret değil. Magazin tarafı zaten bende yok, herhangi bir şekilde ilgimi de çekmiyor. İlgimi çeken şeyler; öncelikle bir karakter yaratmak, bu kendi başına zor bir süreç. Bağlı olduğu dramaturji, karakter zorunlulukları, özellikleri, psikolojisi, fizyolojisi, sosyolojik durumu vs derken oyuncu çok zor bir matematiğin içinde bulur kendini. Üzerine bir de performans eklenir. Bu yüzden uzun provalar yapılır, sahnede sabahlanır, beyniniz çalışmaz hale gelir, kendinizden nefret edersiniz, yapamadığınızı düşünürsünüz. Ancak demlendikçe lezzetlenir. Keşif süreci başlar ve üzerine koya koya ilerlersiniz. En son alkışta duyduğunuz haz ya da eleştirisine güvendiğiniz insanlardan olumlu şeyler duymak her şeye değerdir. Üretim tarafını bir kenara bırakırsak farklı varoluşları, dünyaları, kökleri, yetenekleri olan insanlar ile karşılaşmak çok keyifli. Hele iyi bir oyuncu, yönetmen, dramaturg ya da koça denk gelirseniz çok şanslısınız. Ben şanslı olanlardanım, çok iyi hocaların öğrencisi oldum, hala da öğreniyorum.

Canlandıracağın karakter için nasıl bir ön hazırlık yapıyorsun? O süreçten biraz bahsedebilir misin?

Bana “canlandırmak” ya da “hayat vermek” terimlerinden çok “oynamak” daha doğru geliyor. Karakterin yaşadıklarını, travmalarını, reflekslerini anlamak daha öncelikli benim için. Ben bu kısmını anlamaya çalışarak ön hazırlık yapmaya başlıyorum. Anladığınız kadar oynarsınız, ne kadar iyi anlarsanız o kadar iyi oynarsınız ve karakterinizle empati hep devam eder. Bir sonraki bölümde sizden istenenleri verebilmek için karakterinizle empati kurmalısınız. Leke’de oynadığım ‘’Arda’’ karakterinin en sivri özelliklerinden bir tanesi asiliğiydi. Hepimizin içinde asilik vardır, varoluşuma yakın da olduğundan kendimi özgür bıraktım ve elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım.

Canlandırdığın Arda ile Selahattin’in benzer yönleri var mı? Bize biraz özel hayatındaki Selahattin’i anlatabilir misin?

İkimizin de abilerinin olması dışında yok. Ben onun yaşadığı hayatı, acıları ya da annesinin dönmesiyle yaşadığı gücü ve bunun getirdiği dönüşümü yaşamadım. Arda’nın karakter özellikleri hepimizin içinde var ama ahlaki çizgilerimiz doğrultusunda ya bastırıyoruz ya da yok sayıyoruz. Arda öfkesini gösterme konusunda benden daha özgür, ben biraz daha kendi içimde yaşarım. İnsanların kendilerini anlatmasını sevmiyorum özel hayatımdaki Selahattin’i beni iyi tanıyan birilerine sormak lazım.

Bir rolü kabul etmeden önce senaryoda özellikle dikkat ettiğin şeyler var mı?

Güzel soru. Önce televizyon dizileriyle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Dizilerde başladığınız yerle yani ilk bölümle son bölüm arasındaki yolculukta her şey çok hızlı bir şekilde değişebiliyor, sosyal medyanın senaryoyu yönlendirdiği bir hale gelebiliyor. Başlarken elinizde olan şeyler, bir ya da iki bölüm senaryo ve genel hikaye ama seyircinin ilgisine göre her şey farklı bir hal alabiliyor. Ben ilk başta tabii ki genel hikayeyi ve karakteri değerlendiriyorum. Benim gibi no-name gelen oyuncuların başta seçme şansı çok fazla olmuyor. Ama sanırım “sevmek” kelimesi en iyi anlatacaktır yaptığım tercihleri. Isındığım hikayelerde sevdiğim karakterleri oynama şansı buldum bugüne kadar. Tabii ki rolün beni ne kadar heyecanlandıracağını değerlendiriyorum, ne kadar zorlayıcı olursa o kadar heyecanlı oluyor benim için. Ve en çok da derinliği olan, dönüşen karakterler ilgimi çekiyor. Ancak bahsettiğim durumdan dolayı yapım şirketi, kanal, yönetmen, senarist ve oyuncu kadrosu da karar aşamasında çok önemli bir rol oynuyor. Öte yandan, film senaryosunu ve tiyatro metnini daha güvenilir buluyorum. Karakterin başladığı ve bitirdiği noktayı biliyorsunuz. Ona göre bir dünya kurup gereklilikleri yerine getiriyorsunuz. Bunların dışında farklı karakterleri oynayarak skalamı genişletmek istiyorum. Başıma gelebilecek en kötü şey yakışıklı sıfatında bir oyuncu olmak. Başarılı bir karakter oyuncusu olmayı hedefliyorum.

Fotoğraf 51 isimli tiyatro oyununda oynuyorsun. Tiyatro hayatına nasıl girdi? Oyunda canlandırdığın karakteri anlatır mısın?

Ben Craft mezunuyum. En büyük hayallerimden biri yetiştiğim tiyatronun sahnesinde oynamaktı. Bir gün telefonum çaldı ve hem hocam hem de yönetmenim olan Çağ Çalışkur’un davetiyle prömiyere bir ay kala ekibe katıldım. Bir ayım vardı ve teması bilim olan bir oyunu anlamak ve bir karakter çıkarmak zorundaydım. Ekip dramatuji, terim bilgileri, hikaye açısından aylarca çalıştıkları için benden çok öndelerdi ve bana kısa yol çizip çok yardımcı oldular. Kendimi bir kaosun içinde bulmuştum, sabahlara kadar provalar yaptık. Gerçekten yorulduk ama gelen ödüller ve adaylıklar hepsine değdi ve her şeyi unutturdu. Oyun, tarihte bilim dünyasında hak ettiği değeri görmeyen bilim kadını, Rosalind Franklin’in 1950’li yıllarda İnglitere’de erkek hegemonyası altında verdiği mücadeleyi ve DNA, x-ışınları, fosfatlar ve hırslı bir yarışın ortasında “yaşamın sırrını” bulmaya çalışan bir grup bilim insanını anlatıyor. Bu bilim insanlarından James D. Watson karakterini oynuyorum. Tarihte DNA’nın en net x-ışını fotoğrafı olan Fotoğraf 51’i Rosalind çekmiş fakat doğru yorumlayamamış. Bu fotoğraf bir şekilde Watson’ın eline geçmiş ve Francis Crick ile DNA’nın ikili sarmal olduğunu bularak yapıyı keşfetmişler. Bu keşifle 1962 yılında Nobel Ödülü kazanmışlar. Rosalind, eğer 37 yaşında yumurtalık kanserinden ölmeseydi o da Nobel ödülü kazanacaktı ama hem hastalığı hem de meslektaşlarının yaptığı haksızlıklar sebebiyle “Karanlıklar Leydisi” tarihte kaybolmuş oldu. Oyunda Rosalind’in “Tümör var bende, çift tümor, ikiz gibi. Bir an için birinin adını Watson birinin adını Crick koyayım diyorum. Sonra diyorum ki hayır Rosalind hayır bu fikri kafandan at.” repliği Watson’ı en iyi anlatacak referans olmalı. Son derece fütürsuz, etik değerleri olmayan hedef odaklı ve hırslı bir bilim adamı James D. Watson. Nobel ödülünü satışa çıkarak kadar da “değişik” bir insan.

Her oyuncu bir sinema filminde oynamayı ister. Seni ne zaman beyazperdede izleyeceğiz?

Bu yaz çekimleri olacak bağımsız bir sinema filminde oynayacaktım ancak anlaştığım başka bir proje ile tarihleri kesiştiği için kısmet olmadı. Hayırlısı böyleymiş, umarım daha iyileri bulur. Televizyonda çoğunlukla tüketime yönelik, popüler kültüre hizmet eden işler yapıyoruz ama sinema öyle değil. Ben de bağımsız ve festival filmlerinde de var olmak istiyorum. Umarım bu hayalim gerçekleşir. Sabırla beklemeye devam edeceğim.

Tiyatro, sinema filmi ve televizyon; üçünün de senin için en güzel yanları neler?

Tiyatro sahnesine er meydanı derler. Canlı. Çok canlı. Bu sezon 48 oyun oynadık ve hepsinde ayrı heyecan yaşadım. Hele prömiyerde kalbim yerinden çıkacaktı. Oyunlar oynadıkça gelişir ve oturur. 48 oyun oynadık, metin aynı metin ama her temsilde yeni bir şey keşfediyorum. Yönetmenim de beni özgür bıraktı ve her oyun yeni şeyler denememi istedi. Yeni bir şeyler denemek de beni sahnede canlı tutuyor. Dizilerde ise tiyatronun aksine aylarca prova süreci yok ve bir sonraki bölüm ne oynamanız gerektiğini bilmiyorsunuz. Daha önce hiç denemediğiniz bir duyguyu ya da mizanseni oynamanız için bir kaç günününüz var ve bunu en fazla 2-3 tekrarda yapmanız gerekiyor. Bunun yanında hikaye hep ilerliyor ve yeni hikayenin devamını oynuyorsunuz. Sanırım dizilerin en güzel tarafı bu. Az önce dediğim gibi sinema daha kısmet olmadı. Fakat sinema kültürü, özgün ve özgür senaryolar, dizilerden farklı planlar, işleyişler, kameralar ve öğrenilecek daha bir sürü şey sinemanın güzel yanları olsa gerek.

Tiyatrodan, dizi setinden ve provalardan kalan boş zamanlarını nasıl değerlendiriyorsun?

Uyuyorum, spordu, arkadaşlarla, aileyle görüşmekti bunlar dışında genelde evde vakit geçirmeyi seven biriyim. Güzel bir bahçem var, oraya bir şeyler ekiyorum, mevsimine göre çiçekler alıyorum, toprakla ilgilenmek çok rahatlatıyor.

Her oyuncunun hayalinde oynamak istediği bir karakter vardır, senin hayalindeki nasıl bir karakter?

Geçenlerde Lukas Dhont’un 2018 çıkışlı Girl filmini izledim ve çok etkilendim. 16 yaşındaki transeksüel bir bireyin balerin olma rüyasını ve bu uğurdaki mücadelesini konu alıyor. Craft’ın Yutmak oyununun asistanlığını yaptığım dönemde Merve Dizdar’ın oynadığı Sam karakteri de çok ilgimi çekmişti. Kadın bedeninde kendini erkek hissetmek, vücudunu kabul etmemek ya da tam tersi. Trans bireylerin aileleriyle yapılan ‘’Benim Çocuğum’’ adında bir belgesel var. Ailelerin reddediş, yüzleşme, kabullenme süreçlerini anlatıyor. Çok dokunaklıydı. Trans bireylerle vakit geçirip, vücut formumu bozup, sesimi değiştirip, kendimin dışına çıkacağım bir karakteri oynamak gerçekten çok isterim. Kendime büyük bir meydan okuma olur.

Oyunculuk dışında kendini geliştirmek istediğin bir başka alan yada meslek var mı?

Şu anda bütün konsantrasyonumu oyunculuğumu geliştirmeye harcıyorum. Her projede üstüne koymaya çalışıyorum. O yüzden başka bir meslek düşünmüyorum. Ancak kendimi müzik ve resim alanlarında geliştirmek isterim. Özellikle müzik. Bir oyuncu olarak bu yönümü geliştirmek zorundayım. Beni bekleyen bu yoğun yaz döneminden sonra bir enstrüman çalmayı öğrenmeye başlamakla bu alana giriş yapmak istiyorum. Resim alanında ise çocukluğumda ailem resim kursuna göndermişti ve meraklıydım. Üniversitede de sanat tarihi ana derslerimden biriydi ve mağaralarda başlayan çizimlerin günümüz çağdaş sanatına kadar nasıl geldiğini işledik. Sürrealizm ve ekspresyonizm kendime yakın hissettiğim akımlar, bu akımları ve temsilcilerini yeniden inceleyip, çalışıp soyut resimler yapmak istiyorum.

Çağımız dijital, son zamanlarda çok popüler olan dijital platformda yayınlanan diziler hakkında ne düşünüyorsun? Böyle bir projede yer almak ister misin?

Dediğiniz gibi çağ dijitale doğru kayıyor ama bizim ülkemiz için bunun bir 5-10 senesi daha var bence. Bugünün gençleri teknolojinin içine doğdukları için adaptasyon sorunu yaşamıyorlar ancak bizden önceki neslin böyle bir alışkanlığı yok. Ayrıca dijital bir platforma para vermek gibi bir alışkanlığımız da yok. Bizde bir dizinin sıkı takipçisi değilseniz, dizilerin izlenme sebebinin vakit öldürmek, beyin uyuşturmak ya da yemek veya ütü yaparken arkadan ses gelmesi olduğunu düşünüyorum ve bir de üyeliğiniz yoksa, bu bedava. Dijital platformda niteliğin ve kalitenin daha yüksek olduğunu düşünüyorum. “Yerli dizi yersiz uzun” sloganı vardı, çok doğru. 45-50 dakika izleyici yormuyor ve detaylara daha çok kafa yorabiliyorsunuz. Zaten 45-50 dakikada 8 bölüm bir hikayeyi anlatmaya yeter. Biz de ise 140-160 dakika, her hafta bir sinema filmi çekiyorsunuz ve doğal olarak senaryonun ve dizinin kalitesi düşüyor. Bizde kalite, reklam gelirlerinin kurbanı oluyor. Ayrıca senaryolar dijitalde daha özgür ve özgün. Digital platformda izlediğim en iyi işimizin “Masum” olduğunu düşünüyorum. Umarım senaryosuyla, kurgusuyla ve oyuncu kadrosuyla buna benzer işler yapılır. Yabancı yapımlarda ise beğendiğim çok dizi var. Başta Peaky Blinders, Dark, The Sinner ve çok daha fazlası. Şu anda Sense8 izliyorum. Son olarak tabii ki dijitalde kaliteli bir projede yer almak isterim, belki de yer alıyorumdur zaten.

Seni araştırırken eski basketbolcu olduğunu öğrendik. Bu yoğun tempoda spora ne kadar vakit ayırabiliyorsun? Basketbol dışında  başka ilgilendiğin spor dalları var mı?

Spor bu mesleğin bir parçası. Vücudunuz sizin enstrümanınız ve ona iyi bakmak zorundasınız. Ayrıca vücudu yormak kafa yorgunluğuma ve strese de çok iyi geliyor; bir nevi meditasyon. Set programına, oyun tarihlerine ve prova saatlerine göre personal trainer eşliğinde fitness yapıyorum. Haftada üç-dört gün ayırmaya çalışıyorum. Yüzme ve dövüş sanatları ile de ilgilendim. Kendim ilgilenmesem de spor müsabakaları izlemeyi çok seviyorum. Bunların başında futbol geliyor. Ayrıca Euroleague ve büyük tenis turnuvalarını da izlemeyi seviyorum. Bodrum’lu olduğumdan belki kış sporlarını sevmiyorum.

Gündeminde olan yeni projeler var mı?

Başarılı bir sezon geçirdiğime inanıyorum. Televizyonda ilgimi çeken bir karakteri oynadım, tiyatroda Fotoğraf 51 oyunumuz sezon arasına girdi, yeni sezonda da Craft Tiyatro’da devam edecek. Bu yaz çok heyecanlandığım bir projeye dahil oldum, gelişmelerden henüz bahsedemiyorum ama benim için bu yazın en önemli gündemi bu diyebilirim.

Puan verin!

Average rating 5 / 5. Vote count: 7